Translate

9 Kasım 2014 Pazar

2040'tan Mektup

Adım Mehmet Kuzulsay, 60 yaşındayım, iki çocuğum var. Beni de annem ve teyzelerim "Çok kızların canını yakacak bu, çoook." diye severdi ama sonra aşık olmadığı ve sadece "İyi" olarak gördüğü biriyle evlenen, araba taksidine giren, fatura ve prim ödeyen, aşağı yukarı on senelik emeklilik hayatında rahat edebilmek için hayatı boyunca çalışan, yediği azarları sineye çeken, gazetelerin en çok spor sayfasını okuyan ama başka bir konu hakkında oturup iki satır yazı okumayan, kulaktan dolma bilgilerle fikir sahibi olan ve o fikirleri körü körüne savunan ortalama bir dalyarağa dönüştüm. Neyse, dün eski fotoğraflara bakarım diye babamdan kalan antika sandığı karıştırıyordum. Çocukken çizdiğim resimleri, biriktirdiğim gazoz kapaklarını, plastikten yapılma ufak yeşil askerlerimi buldum içinde. Sandığı daha da kurcaladım, dibinden eski gazeteler çıktı, tarihi şu an sizin yaşadığınız yıllara aitti. Oturdum, tek tek gazetelerinizi okudum. Hani kurbağanın suyunu yavaş yavaş kaynatırsan suyun ısındığını fark edemeden geberir gider ya, biz de yavaş yavaş ve zaman içinde kelimelerin anlamlarını değiştirdiklerini fark edememişiz. Sizin gazetelerinizi okuyunca fark ettim bunu. Sonra bu mektubu yazmaya karar verdim, mektubu bir şişeye sokup denize fırlattım, belki bir mucize gerçekleşir de sizin elinize geçer diye.

Oğlum iki yıldır iş arıyor. Başvurduğu her işte, ondan öyle bir şey isteniyor ki, sırf onu bulamadığı için iki yıldır reddediliyor. İstedikleri o şeyin, söyledikleri şey olmadığını biliyorum, ama eskiden buna ne denildiğini hatırlamıyorum. Başvurduğu her işte kendisine zengin veya sözü geçen bir tanıdığının olup olmadığı soruluyor, o da kimsenin ismini veremiyor. İşte bunun adına "referans" deniyor. Biz eskiden ne diyorduk bu kelimeye?

Yan apartmanımızda bir hatun oturuyor. Her cumartesi akşamı bir başka lüks arabayla eve bırakılır, kendisini eve bırakan herifi muhakkak yukarı davet eder. Internet'teki arkadaşlık sitesinde arkadaşız onunla, bin küsür arkadaşı var. Her gün muhakkak yeni fotoğraflarını sergiler o sitede, o siteyi her açtığımda bu hatunun bacak ve göt sahibi olduğunu gösterme çabasındaki fotoğraflarını görürüm. Arkadaşları ona "sosyal" diyor.

Bugünlerde bir futbolcu, ezeli rakibi olan takıma daha fazla para için transfer olabilir. Bir siyasetçi bugüne kadar savunduğu fikirlerin 180 derece tersini savunan bir başka partiye geçebilir. Bir gazeteci, bir anda bugüne kadar yazdıklarının tam tersini anlatmaya başlayabilir. İşte biz bunların hepsine "profesyonellik" diyoruz.

Vatan toprağını ve devlet şirketlerini ucuza satan, takım elbiseli teröristlerle gizli anlaşmalar yapan liderlerimiz var. Bunun adına "uluslararası ilişkiler" veya "diplomasi" diyoruz. Takım elbise giyenler ise "terörist" olamazlar burada.

Geçen gün eski iş arkadaşım ailesiyle beraber bize misafirliğe geldi, sekiz yaşında bir çocukları vardı. Çocuk sürekli annesinin yanına gelip Gamestation denilen elektronik aletiyle oyun oynamak istediğini söylüyordu. Annesi ilk başta vermek istemedi, bu aralar çok oynuyormuş ve bu onun için zararlıymış. Çocuk aleti alamayınca götüne köz basılmış at yavrusu gibi tepinmeye başladı evin içinde. Bizim çekmeceleri açıp içindekileri boşalttı, hanımın makyaj malzemeleriyle yerleri boyadı, bağıra bağıra ağladı. Annesi onun için "hiperaktif" diyor.

İki aylık bir kurstan sertifika alıp "uzman" olan insanların yazdığı kitaplar yok satıyor burada. Bu insanların bazılarına "yaşam koçu", bazılarına "astrolog", bazılarına "ünlü metafizikçi" diyoruz.

Elinde sikindirik Ufo fotoğraflarıyla dolaşan bir adam var mesela, ona da "ufolog" diyoruz. Böyle ünvan sahibi olunca daha ciddi bir etiketi oluyor.

Burada televizyona birtakım adamlar çıkıyor sık sık, bu adamlara bilir kişi gözüyle bakıyoruz toplum olarak. Onları bilir kişi yapan tek vasıfları ise o televizyona çıkabilecek referansa sahip olmaları. Referans dedim ama, o kelimeyi kullanırken başka bir şey kastediyorum aslında, dedim ya hatırlayamıyorum amına koyim. Neyse işte bu referans sahibi dallamalar bazen insanlara kötüyü iyi, iyiyi de kötü diye yedirmeye çalışıyorlar. Yaptıkları konuşma için ise haberin alt başlığında "ezber bozan" yazıyor. Ezber bozan, yani aç ağzını aç kamyon geliyor.

"Paylaşım" artık bir internet sayfasına fotoğraf veya komik video yüklemenin adı oldu.

Hayatında oturup iki kelime laf konuşmadığın insan için "arkadaşım" diyebiliyorsun artık.

Yapmadığımız şeyleri yapmışız gibi gösteren, "modernlik" ayağına bizi bir arada tutan değerleri terk etmemizi öğütleyen insanlara "aydın" diyoruz.

"Din" dedin mi şöyle bir süre konuşmadan duruyoruz. Hani pek samimi olmadığın bir insanla konuşurken bazen ağzından ağır bir küfür kaçar, sen utanırsın, karşındaki sana "Densiz herif, bu laf söylenir mi şimdi?" dercesine bakar, bir beş saniye boyunca şokla karışık sessizlik anı olur ya, işte "din" denilince de öyle bir hava esiyor burada. "Biraz zaman geçsin de, konuşmaya devam ederiz" diye düşünüp susuyoruz.

"Ümük" diye bir şey vardır hani, bu ümük bir tek sıkmaya yarar, ne olduğunu bilmezsin. İşte "faşizm" de ümük gibi bir şey oldu, bu faşizm bir tek kahrolmaya yarıyor ve kimse bunun ne bok olduğunu bilmiyor. Sadece kötü bir şey olduğunu biliyoruz.

Bizim artık birbirimizi değil, sadece kendimizi düşünmemiz gerekiyor, zira modern dünya bunu gerektiriyor. Duygusallık yapıp başkalarını seven salaklara da "vatansever" veya "milliyetçi" diyoruz. Bu kelimelerin iyi anlamlara geldiği zamanları az çok hatırlıyorum, ama artık bunlar da kahrolması gereken şeyler kategorisinde bizim için.

İnsan, kelimeler olmadan düşünemez. Bir insanın düşüncelerini değiştirmek için doğrudan düşüncelerini değiştirmeye çalışmazsın, zira buna karşı tepki koyar. Fizik yasalarına göre her etki, kendisine eşit kuvvette ve ters yönde bir tepki yaratır. Bu nedenle bir insanın düşüncelerini değiştirmek için, bildiği kelimelerin anlamlarını değiştirirsin. İşte buna tepki göstermezler, zira şekle tapan salak insan, görünüş aynı olduğu için değişikliği fark etmez. Fark etmeden bir zamanlar sevdiği şeylerden, artık nefret etmeye başlar. Bir zaman nefret ettiklerini, artık sevip bağrına basmaya başlar. O ise hâlâ sevip nefret ettiklerinin aynı olduğunu zanneder.

Adım Mehmet Kuzulsay, 60 yaşındayım. Modern, aydın, diplomatik, profesyonel denen insanların hastası, dindar veya vatansever denen insanların düşmanıyım.

Çok pişmanım.

Tyler Durden'la Bir Bardak Çay

"Sonsuza kadar yaşamak istiyorsanız, ilk adım olarak ölmek zorunda olduğunuzu unutmayın."

Bu benim için yakındır. İnsan sevdiklerini öldürür diye bir söz vardır ya; aslında bakın, insanı öldüren de hep sevdiğidir.

Hayatta elde edebileceğiniz her şeyin sonunda çöpe gideceğini anladığınızda veya, sevdiğiniz herkesin size sırt çevireceğini ya da öleceğini fark ettiğiniz zaman ağlamak çok kolaydır. Uykusuzluk... Her şey çok uzaklardadır, her şey birbirinin kopyası. Dünyayla arana öyle bir mesafe sokar ki, ne sen bir şeye dokunabilirsin ne de bir şey sana. Bütün umutlarımı kaybettim artık özgürüm. Bu yüzden her akşam ölüyor ve her sabah yeniden doğuyorum. Bunun benim hayatım olduğunu biliyorum ve o an sona eriyor.

Başka bir yerde, başka bir zamanda uyanabilseydim, başka bir insan olarak uyanabilir miyim? Uyanırsın ve hiçbir yerdesindir. Bazen bir şey yapar ve belanızı bulursunuz. Bazen de yapmadığınız şeyler size belanızı buldurur. Artık kendi cerahatli ve hastalıklı çürümemi kucaklıyorum. Kovulmak der Ares; herhangi birimizin başına gelebilecek en iyi şey olurdu. Böylece havanda su dövmekten kurtulur ve hayatlarımızla başka bir şey yapardık. Çünkü ancak kendimi mahvederek ruhumun gerçek gücünü keşfedebilirim. Güzel ve emsalsiz bir kar tanesi değilsin. Herkes gibi sen de o çürüyen organik maddeden yapılmasın. Hepimiz aynı pürenin parçasıyız. Hepimiz aynı şeyi istiyoruz. Teker teker, hiçbirimiz hiçbir şey değiliz. Biz sadece biziz ve hayatta başımıza gelenlerin bir nedeni yok. Tutkulu bir yaşam tarzının yan ürünleriyiz ve bundan nefret ediyoruz. Artık insanoğlu, kızların veya erkeklerin peşinden koşmayı bırakın, saçmalıklarla uğraşmayın. Acı, mutluluk, sevgi, aşk gibi kavramları fazla kafanıza takmayın artık.

Hayatımda en son neyin olmasını istiyorum biliyor musunuz? Beynime bir silah dayanıp duvarların beynimle boyanmasını.

Tanrı'nın senden hoşlanmadığı olasılığını düşünmelisin. O seni hiç istemedi, hatta büyük olasılıkla senden nefret ediyor. Bu başına gelebilecek en kötü şey değil. Laneti ve affedilmeyi boşver. Biz Tanrı'nın istenmeyen çocuklarıyız.

Buna karşın ben Tanrı'ya inanırım fakat bunu düşünmek, varsaymak bir çok şeyi çözüyor.

Bu görüşlerim hepinize ters gelebilir, saçma da gelebilir, bu umrumda da değil. Bunları okuduktan sonra beni dışlayabilir, hatta nefret edebilirsiniz. Bu da umrumda değil. Ama lanet olası hayatlarınızdan kurtulun artık, çırpınmayı bırakın.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Türklerin Müslüman Oluşu:

Uzun zamandır bu konu hakkında yazı yazmayı düşünüyordum. Gerek vakit darlığı, gerek bazı sebeplerden uygun zaman bulamadım. Şimdi size, bazı kaynaklardan alıntılarla derlediğim bir yazı yazıyorum. Umarım kendi önyargılarınızı bir kenara bırakarak zaman ayırırsınız.

Bu konuda pek fazla bir şey bildiğimiz söylenemez. Çünkü Türklerin müslüman oluşuyla ilgili olarak ne okullarda, ne tarih kitaplarında ayrıntılı bilgi verilir. Verilen bilgilerden ise sanki İslam'ı duyan-dinleyen Türklerin akın akın müslüman oldukları ima edilir. Bu gerçek değildir. Gerçeğin bilinmesi istenmez.

Diyanet bu konuda ne diyor: "Türklerin İslâm dinine girmesi, Türk milletinin tarihinde bir dönüm noktası olmuş, müslümanlık için hayırlı sonuçlar doğurmuştur."Türkler, İslâm dinini hiç bir zorlama olmadan kendi istekleri ile kabul etmiştir. 


Bunun başlıca sebepleri şunlardır:

1) İslâm dini ve İslâm medeniyetinin üstünlüğü.
2) İslâma girmeden önce Türklerin eski dini inançlarının İslâm inancına yakın olması ve İslâmın getirdiği üstün prensiplerin Türk milletinin ruhuna ve manevi yapısına uygun düşmesi. 

"Hiç bir zorlama olmadan " ifadesi büyük bir yalandır. Bunu aşağıdaki dökümanı sabırla sonuna kadar okuyabildiğinizde göreceksiniz.Türkçü Turancı çizgide siyaset yapanların ise bu konuda gerçeği gizlemeleri çok ilginçtir. Hem Türkçü geçinip hem de Türklerin tarihinde uğradıkları en büyük vahşet ve katliamdan bahsetmemelerine anlam vermek mümkün değildir.Aşağıdaki bilgilerin tamamı İslami kaynaklardan, Taberi ve Zekeriya Kitapçı gibi İslami tarihçi ve yazarlardan alınarak düzenlenmiştir.Türklerin kılıç zoruyla Müslümanlaştırılmaları ile ilgili 670’li tarihlere dayanan bilgiler maalesef okullarda bizlere hiçbir zaman verilmemiş, verilen bilgiler ise, Türklerin Müslümanlığa geçişleri kendi istekleri ile olmuş gibi gösterilerek, 740’lara kadar ki tarih atlanarak verilmiştir.İslam''ın Türklere zorla kabul ettirilmeleri ile ilgili 670’lerden başlayarak 740’lara kadar uzanan tarihin bize okullarda anlatılmamasının nedenlerini, bu kısa tarihi öğrenince biraz daha anlamak mümkün olabilecektir. Şimdi, bu atlanan 70 senelik tarihe bir göz atalım..

Arapların Türklere İlk Saldırıları: Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında bulunan bölge tarihi ipek yolu üzerindedir.. Türk beylikleri, bu bölgedeki, Buhara, Semerkant, Talkan, Baykent gibi şehirlerde yerleşmiş yaşıyorlar, deri imal ediyor ve pamukdan kağıt üreterek bunları satıyor ve iyi de para kazanıyorlardı.. Bu üretimlerinin yanı sıra altın madenleri çalıştırıyorlardı..Özellikle adı zengin şehir manasına gelen, Semerkant’ın zenginliğinin o devirde dillere destan olduğu söylenir. Bu zenginlik öteden beri talancı Arapların iştahını kabartıyorduysa da, Türklerden çekiniyorlar ve araya sınır olarak koydukları Ceyhun nehrini geçmeye pek cesaret edemiyorlardı.. Çünkü daha önce Halife Osman zamanında, Muhammed bin Cerir komutasındaki Araplar İslam’ı yayma bahanesiyle oraları talan etmek için 2700 kişilik bir ordu ile Fergane’ye kadar girdiyse de Türkler tarafından yok edilmişlerdi.. Ancak daha sonraları Muaviye tarafından, Ceyhun nehrinin altında kalan Horasan’ın tamamıyla işgal edilmesi ile o bölgede ilk Araplaştırma ve İslamlaştırma girişimleri başlamış oldu.

Kuteybe, Talkan katliamından sonra Suman’a girer. erkeklerin pek çoğunu öldürterek, kadınlarını ve kızlarını cariye olarak alıkoyar.. Daha sonra Kes ve Nesef’de aynı şeyleri yapar..Erkekler öldürülür, Türk kadın ve kızları utanç verici bir şekilde Araplara cariye olurlar.. Daha sonra Faryab’a yönelir ve Faryab’ın teslim olmasını ister. Faryab halkı başlarına gelecekleri bildiklerinden teslim olmaya yanaşmazlar. Erkekleri dövüşerek ölürler.. Bütün şehir yakılır.. Araplar bu şehre yakılmış şehir anlamında Muhtereka derler. Kuteybe, Faryab’dan sonra, Tarhan’ın çekildiği kale Bazgis’i kuşatır.. 2 ay süreyle devamlı olarak buraya saldırır fakat bir sonuç elde edemez.. Bu arada kış yaklaşır..Kuteybe’nin kışın savaşacak gücü yoktur ancak, kale içindeki Türklerin de yiyecekleri bitmiştir. Her iki tarafta savaşın kendileri için kaybedildiğini düşünür. Kuteybe son olarak bir hileye baş vurur. Tarhan’ın yanına Muhammed bin Selim adındaki adamını gönderir. Muhammed ibni Selim Tarhan’ın teslim olması durumunda kendisine hiç bir şekilde zarar gelmeyeceği güvencesini verir.. Kalenin açlık içinde olmasından dolayı Tarhan’ın Kuteybe’nin teklifini kabul etmesinden başka yapılacak bir şeyi yoktur.. Komutanları ile görüşüp teklifi kabul ederler.. Silahlarını teslim ederek kaleden çıkarlar.. Tarhan kaleden çıkar çıkmaz yakalanır, etrafı hendek açılmış bir çadırda zincire vurulur..Kuteybe bu arada Tarhan’ı hemen öldürmez.. Haccac’a haber göndererek ne yapacağını sorar. Haccac Tarhan için, “ O bir Müslüman düşmanıdır hiç aman vermeden öldür” der.. Kuteybe önce Tarhan’ın iki oğlunu, Tarhan’ın ve toplanan halkın gözü önünde öldürtür.. Arkasından 700 kadar Türk savaşçısının başlarını yine Tarhan’ın ve halkın gözü önünde kestirir. Tarhan’ı da bizzat kendisi öldürür. Bütün kesilen başlar Haccac’a gönderilir.Tarhan’ın öldürülmesinden sonra, Kuteybe, Aral Gölü’nün altında bulunan Harzem bölgesine yürür.. Harzem’de Caygan ile Havarizat arasında taht kavgası vardır.. Kuteybe Caygan’la işbirliği yapar.. Önce Havarizat ile etrafındakileri öldürtür.. Arkasından Camhud melikini yenerek 4000 civarında esir alırlar.. Ancak, daha sonra bunlar Kuteybe’nin emri üzerine öldürülürler..

Bu olay, Ziya Kitapçı'nın, İslam Tarihi ve Türkler adlı kitabında aynen şöyle anlatılır;"Bu harblerden birinde, et-Taberi''nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe''ye, 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Abdurrahman''ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesinide önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu harblerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu.


Nitekim bu vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır,

”Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız. Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.””Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız. Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.”

Kaynaklar Curcan katliamında Talkan katliamında olduğu gibi yaklaşık 40.000 Türk’ün öldürüldüğünü söylerler..

717 yılından sonraki zaman, Arapların kendi aralarındaki çatışmalarla geçer.. Buraya kadar dikkat ederseniz, ilk Arap saldırıları başladığında Kibac hatun diğer Türk Beyliklerinden yardım istediği halde istediği yardım kendisine verilmemişti.. Sonra o yardımı göndermeyenler, yardıma muhtaç duruma düştüler.. Bu olaylardan Türklerin daha o zaman da aralarında tam bir birlik ve beraberlik sağlayamamış olduklarını görüyoruz.. 717 yılında Ömer ibni Abdulaziz halife olur..İki yıl sonra hastalanır yerine, 719’da, Yezid ibni Abdülmelik geçer.. Yezid ibni Abdülmelik ile Yezid ibn Mehleb’in arası iyi değildir.. Yezid ibn Mehleb hapse attırılır ancak, Yezid ibni Mehleb hapisten kaçarak, Basra’da örgütlenir ve Yezid ibni Abdülmelik’e karşı ayaklanır.. 721’de Abbas ve Mesleme adında iki komutan önderliğinde kurulan hilafet ordusu Yezid ibni Mehleb ile savaşır.. Bu savaşta Abbas ve Yezit ibni Mehleb olur.. Yezit’in kafası kesilerek halife Yezit ibn Abdülmelik’e yollanır.. Mesleme, Mehleb’in yakını olan yaklaşık 300 kişinin daha kafasını kestirerek öldürtür. Yezid ibni Mehleb’in oğlu olan, Muaviye ibni Yezid’de elinde bulundurduğu 32 kadar Mesmele taraftarının kafasını kestirtir.. Aralarındaki savaş, Mehleb taraftarlarının tamamen yok edilmesi ile biter… Mesmele, Mehleb’den ele geçirdiği aralarında Türklerin de bulunduğu cariyeleri Cerrah ibni Hakem’e satar..Bu arada, Yezid ibni Mehleb’in yerine getirilen yeni Horasan Valisi, Cerrah ibni Abdullah, Türkmenistan’ın iç kısımlarına bazı saldırılar yaparsada başarılı olamaz.

Kuteybe’nin ölümüyle birlikte Türk topraklarına yapılan akınlar eskisi kadar başarılı olamamışlardır.. Bu dönemde İslam yayılmacılığı bir duraksama içine girer.. Halife II. Ömer ibn Abdülaziz, işgal altında bulunan yörelerdeki Arap egemenliğinin her geçen gün biraz daha zorlaşır bir hale gelmesinden dolayı bu bölgelerde yaşanan gerginliğin azaltılarak İslam’ın kuvvetlendirilmesine çalışır.. Kendisine bağlı yöneticilere, “Bundan böyle Türk Beyliklerine saldırmayın, hakimiyetiniz altında bulunan bölgelerde gücünüzü arttırarak İslamı yaymaya çalışın” demiştir. Ayrıca, II. Ömer, Müslüman olan halklardan cizye alınmamasını isterse de, Arapların gelirlerinde önemli ölçüde düşme olmasından dolayı bu karardan daha sonra, Türklerin Müslümanlıklarında samimi olmadıkları bahane edilerek vazgeçilmiştir.

Bu konu da ayrıca Zekeriya Kitapçı'nın Yeni İslam Tarihi ve Türkler adlı Kitabında anlatılmıştır.. Aşağıdaki pasaj, aynı kitaptan alınma bir bölümdür.

a-) Harbeden Askerlerin Servete Kavuşma İsteği: Arapları, Orta Asya’yı fethe zorlayan bir diğer faktörde harbeden askerlerin kısa zamanda büyük servet ve zenginliklere sahip olmaları idi. Değil daha sonraki devirler, ilk devirlerdeki fetih hareketlerinde bile sosyo-ekonomik nedenlerin çok önemli bir faktör olduğu ortaya çıkmaktadır. Genellikle Bedevi, çölde yaşayan, fakr-u zaruret içinde çok insafsız bir hayat mücadelesi içinde yoğrulan Araplar, daha İslam’ın ilk devirlerinde harbeden askerlerin verilen yüksek maaş ve ganimetler dolayısıyla kısa zamanda büyük bir servet ve zenginliğe kavuştuklarını görmüşlerdir. Mücahit gazilerin bundan sonraki yaşantıları ve hayat seviyeleri bir anda değişmiş ve harbe iştirak etmeyenlere nazaran çok daha iyi ve müreffeh bir hayat sürmeye başlamışlardır. Bu kabil Arap bedevilerinin o zamanki durumu, bugün Anadolu''nun iç kısımlarından kalkarak aynı sosyo-ekonomik nedenlerle çalışmak için Almanya''ya giden Türk köylüsünü ve onun sosyal hayatında da meydana gelen baş döndürücü değişiklikleri hatırlatmaktadır. Bunun içindir ki Arap kabileleri çeşitli cephelerde savaşmak için hata Hz. Ömer devrinde Medine''ye çok büyük kafileler halinde akın akın gelmeye başlamışlardır. Daha sonraları bunları Bedevi aileler takip etmiş ve dolayısıyla Arap yarımadasının dışına daha o devirlerden itibaren çok büyük bir Müslüman Arap göçü L. Caetani''nin ifadesiyle tarihte ilk defa Sami ırkının göçü başlamış oluyordu.Tarihte belki ilk defa vaki olan bu Sami Arap göçü, Emeviler devrinde de bütün canlılığı ile devam etmiş, sadece İran''a değil, Türkistan''ın Buhara, Baykent, Semerkant gibi daha birçok büyük şehirlerine önemli ölçüda Arap aileleri yerleştirilmiştir. Özellikle Buhara''ya yerleştirilen bu kabil muhacir Arap aileleri o kadar çoktu ki, Kuteybe b. Müslim be yerleşik Arap nüfusu ve kesafetine dayanarak bu büyük Türk şehrini nerede ise kolonize etmeye kalkışmış ve bunda önemli ölçüde de muvaffak da olmuştur. Genellikle 25-50 bin arasında değişen ve aile efradıyla birlikte yapılan bu göçler, bir taraftan İran ve Türkistan''ın büyük şehirlerinin Arap nüfusuyla iskan edilmesine, diğer taraftan da siyasi Arap hakimiyetinin bölgede daha kolay bir şekilde yerleşmesine ve hatta İslam dininin gelişme ve yayılmasına da yardım etmiştir.


b-) Yaygın Geçim Sıkıntısı: Müslüman Arapları komşu ülkeleri ve bu arada Türkistan’ı fethetmeye zorlayan önemli sebeplerden bir diğeri de çok yaygın hale gelen geçim sıkıntısıdır..Nitekim, el-Mesudi''nin en güzel kitap olarak tavsif ettiği ve fetih hareketlerini çok daha objektif kriterler içinde ele alan ilk tarihçilerimizden Belazur''nin Fütuhu'l Büldan adındaki kıymetli eserinde, Arapların geçim sıkıntısı yokluk ve mahrumiyetler içinde sürdürdükleri hayat mücadelesi nedeniyle komşu ülkeleri fethetmeye zorlandıkları ve bu ülkelerde çok büyük sayıda yerleştikleri hakkında sarih ifadeler vardır.


Buhara'nın Talan Edilmesi: Horasan’ın kendileri tarafından tamamen işgal edilmesinden cesaret alan Araplar, Muaviye’nin ilk Horasan valisi olan, Ubeydullah bin Ziyad 673 yılında bu sefer ilkinden çok daha kalabalık 24.000 kişilik bir ordu ile Ceyhun nehrini geçerek Kibac Hatun yönetimindeki Buhara’yı kuşatır. Kibac Hatun diğer Türk beyliklerinden yardım isterse de bu yardım kendisine gelmez ve Araplar verdikleri kayıplardan dolayı Buhara’yı işgal edemezlerse de tam anlamıyla talan ederler.. Daha sonra, Muaviye’nin ikinci Horasan Valisi, Halife Osman’ın oğlu Said’de Buhara’ya saldırmaya hazırlanır. Kendisine diğer Türk Beyliklerinden yardım gelmeyeceğini anlayan Kibac Hatun, Said’le anlaşma yapmak zorunda kalır. Bu anlaşmaya göre, Kibac Hatun, Said’e diğer Türk Beyliklerine yapacağı saldırılarda önüne çıkmayacağına dair güvence ve bu güvencenin teminatı olarak da Buhara’daki Türk asilzadelerinden rehinler verir. ( Bu sayı kimi tarihçilere göre 50 kimine göre de 80’ dir.) Bu anlaşmanın verdiği rahatlıkla Said, zenginliğini öteden beri duyduğu Semerkant’a saldırır.. Semerkant’ı baştan aşağı talan eder ve topladığı binlerce Türk gencini, köle pazarlarında satmak için Horasan’a getirir.. Said daha sonra Kibac Hatun’dan aldığı 80 kadar rehine tarafından bir punduna getirilmiş ve hançerlenerek öldürülmüştü. Said’den sonra, Horasan Valisi Salim bin Ziyad olur. Horasan’da Muaviye’nin oğlu Yezid’e bağlıdır.. Ziyad’da ayni şekilde 680 yılında Türkleri İslamlaştırmak ve şehirlerini talan etmek için saldırır fakat püskürtülerek geri çekilirler. Bu sefer, kendi orduları Türkler tarafından talan edilerek silahları alınır. Daha sonra Araplar daha güçlü bir orduyla tekrar saldırır ve Türkleri yeniden talan ederler. Bu talandan her Arap 2400 dirhem alır.


Buhara'nın Tekrar Kuşatılması ve İlk Türk Katliamı: Kuteybe Merv’de büyük bir hazırlık yapar.. Bu arada Vardana ve Buhara beylikleri arasında çatışmalar vardır.. Müslümanlara karşı mücadele etmek için bu çatışmalar derhal durdurulur ve Vardan Hudat, Kuteybe’ye karşı Türklerin başına geçer.. Kuteybe önce, Numiskent ve Ramitan’a saldırır ve buraları kolayca istila eder. Demirkapı önlerinde Vardan’la çarpışırlar.. Vardan savaşı kaybeder ve Buhara’ya doğru çekilir. Ancak Kuteybe’de, savaştan yorgun düştüğü için Buhara’yı alamadan Merv’e geri döner.. Haccac bunu başarısızlık olarak kabul eder ve, Buhara’yı mutlaka almasi için Kuteybe’ye emir verir..Kuteybe büyük bir hazırlık yaparak bir sene sonra tekrar Buhara’yı kuşatır. Türkler direnir ve Kuteybe başarılı olamaz, ordusu dağılmaya başlar.. Bunun üzerine Kuteybe her bir Türk başı için askerlerine 100 dirhem vaad eder. Para hırsı ile gayrete gelen Araplar, şehri istila ederler..Bütün direnen Türkler kılıçtan geçirilerek tam bir katliam yapılır, Araplar Türk kadınlarına tecavüz ederler, beğendikleri kadınları ya cariye olarak kullanmak yada köle pazarında satmak üzere alıkoyarlar. Erkeklerden de binlerce kişiyi köle olarak satmak üzere beraberlerinde götürürler.. Araplardan oluşan yeni bir idari kurumlaşma yapılır. Diğer beyliklerden tepkiler gelmeye başlayınca da, Buhara Melikesi Hatun’un oğlu Tuğ Sad kukla hükümdar yapılır.. Tuğ Sad tarihe hain bir işbirlikçi olarak geçer. Daha sonrada Müslüman olarak oğluna da, efendisi Kuteybe’nin ismini vererek bağlılığını kanıtlar. Etkili bir kolonizasyon yapmak isteyen Kuteybe bunun için öncelikle yerli halkı İslamlaştırmaya başlar. Buhara halkı önceleri Müslüman olmuş gibi görünseler de bu dini kabul etmek istemezler..Kuteybe Türklerin aslında Müslüman olmadıklarını, evlerinde İslami kuralları tatbik etmediklerini anlar ve yeni bir yöntem geliştirir. Bu yönteme göre Türkler evlerini Araplarla paylaşmak zorunda bırakılırlar ve bu şekilde bire bir kontrol altına alınırlar. İslami kurallara uymayanlar ise ağır cezalara uğratılırlar.

Talkan Katliamı: Buhara’da olanlar diğer Türk Beyliklerinde de etkilerini gösterir. Aynı şeylerin kendi başlarına geleceğinden korkmaktadırlar. Sogd meliki Neyzek Tarhan şehrinin yıkıma uğramaması için Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre Tarhan haraç verecek ve tarafsız kalacaktır.. Ancak bu tarafsız kalmalar ve Türklerin birleşememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış ve Türk beyliklerini istedikleri gibi istila edip talan etmişlerdir.. İlk olarak saldırıya uğrayan Kibac Hatun’a diğer beyliklerden yardım gelmeyince, o yardımı esirgeyenler aynı akibete uğramışlardır.. Bu olaylarda Türklerin belli bir şekilde organize olamamaları da onların Araplar tarafından istila edilmelerini kolaylaştırmıştır.. Neyzek Tarhan daha sonra Kuteybe ile yaptiğı anlaşmada hatalı olduğunu ve bu anlaşmanın kendisine hiçbir güvence getirmeyeceği gibi diğer Türk Beylerine de ihanet etmiş olacağını anlar.. Tohoristan’a dönerek bütün Türk Beyliklerine birer mektup yazar ve onları ortak bir direnişe girmeleri için uyarmaya çalışır.. İlk olumlu yanıt Talkan meliki Sehrek’den gelir..Tarhan’ın planlarını öğrenen Kuteybe, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür.. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin gelişinden önce şehri terkeder.. Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde eli kılıç tutabilen nekadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler.. Bu katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür.. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar.. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar. Bu yolun 4 fersah ( 24 Km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur.. Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır, bütün bunlar hep İslam adına yapılmıştır.

Curcan Katliamı: Kuteybe ve Haccac’ın ölümü, Arapların Türkleri Müslümanlaştırmak ve Türk şehirlerini talan etmek politikalarında bir değişiklik yapmamıştır. Öncelikle, Araplardaki Türklere karşı olan korku ortadan kalktığı için, Araplar, Kuteybe’den sonra da aynı şekilde Türk yurtlarına saldırılarını sürdürmeye devam etmişlerdir.. Kuteybe’nin öldüğü aynı yıl olan 716 da, Yezid ibni Muhelleb Horasan’a vali atanır.. İlk iş olarak Dağıstan’ı işgal eder.. Dağıstan meliki Saltekin, Yezit’e karşı uzun süre dayanır.. Sonunda Dağıstan düşer.. Şehir yağmalanır ve 14000 kişi öldürülür..Dağıstan’dan sonra Curcan’a yönelir.. Curcan 300.000 dirhem karşısında savaşmadan teslim olur.. Yezid, Curcan’a bir bölük asker yerleştirerek, Taberistan’ a doğru yola koyulur.. Taberistan Meliki, İsfehbed, Deylem melikinden 10000 kişilik bir yardım alarak savaşa başlar.. İsfehbed savaşırken, Curcan halkı da ayaklanarak Esed ibni Abdullah komutasındaki askerleri imha ederler.. Yezid öfkeye kapılır, Curcan’lı Türkleri yendiğinde kanlarından değirmen döndürüp ekmek yiyeceğine dair Allah’a yemin eder.. Askerlerini toplayarak Curcan üzerine yürür.. Curcan beyi, şehirden çıkarak Curcan kalesine çekilir. 7 ay süren savaştan sonra, kale düşer.. Curcan beyi öldürülür.. Kaledeki askerler esir alınır.. Araplar, daha sonra Curcan şehrine girerler.. Burada da aynı şekilde Kuteybe’nin yaptığı katliama benzer bir katliam yapılır.. Türkleri öldürerek, 4 fersah boyunca sağlı sollu ağaçlara astırır.. Allah’a verdiği sözü yerine getirmek için, esir aldığı binlerce Türk’ü, Enderiz vadisindeki nehrin kenarına sürükler, orada askerlerine korumasız Türkleri öldürtür.. Öldürülen Türklerin kanlarını nehire akıtır.. Nehrin suyuyla akan kanlardan, ilerideki değirmenden un ve ekmek yaptırarak yer ve Allah’a verdiği sözü yerine getirir.. Katliamdan geriye kalan kız ve kadınlardan beş de biri cariye olarak halifeye ayrıldıktan sonra, geriye kalanlar askerler arasında ganimet olarak paylaştırılır..

Müslüman Araplar Türklere Neden Saldırmıştır: Genelde, bu tarihi bilen İslami çevreler, Müslüman Arapların Türklere saldırmasını, onları İslam dinine davet etmek, gerekirse bu uğurda zor kullanarak, onları İslam''a boyun eğdirmeye zorlamak şeklinde yorumlarlar.. Ancak tek neden bu değildir..

Bu 70 yıl süren Türk-arap savaşlarının en önemli noktaları ve sonuçları;
1- 100.000'in üstünde Türk katledilmiştir.
2- 50.000'in üstünde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.
3- Şehirler yağmalanmış , ganimet diye halkın herşeyi talan edilmiştir.
4- Tüm zenginlikler , tarihi eserler yokedilmiş, yakılmış, yıkılmıştır.
5- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan "Talkan Katliamında" 40.000 Türkün kesilerek
24 km yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır. (Tarihte örneği çok azdır.)
6- Aynı şekilde "Curcan Katliamı'nda" da esir alınan 40.000 Türk'ün nehir kenarında kafaları
kesilmiş , nehrin suyu kıpkızıl olmuş , cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.
7- "Teslim olursanız canınız bağışlanacak" sözü hiç bir zaman yerine getirilmemiş ,
"Şeriat söz tanımaz" denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
8- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir.
9- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir.
10-Bu tarihi gerçekler "islam etkilenmesin" düşüncesiyle gizlenmekte, bahsedilmemektedir.

1 Ağustos 2014 Cuma

Kapitalizm ve Komünizm

O zamanlar çayırların yeşili daha yeşil, gökyüzünün mavisi daha maviymiş, denizler bile daha suluymuş. Yaşlılar daha genç, gençler alabildiğine yaşlıymış. Herkes mutlu mesut yaşıyor, günlük işlerinin hallediyor, akşam evde yemeğini yeyip, horul horul uyuyormuş. 

Şehirlerin birinde iki aşık varmış. Kapitalizm ve komünizm. Birbirlerini deliler gibi seviyorlarmış ama öyle böyle değil, bokunu çıkarırcasına. Kapitalizm sevgilisine sürekli paha biçilmez hediyeler alıyormuş, komünizm de sevgilisine eğitim, sağlık gibi hizmetler veriyormuş. İkisi de mutlu, her akşam kumrular gibi sevişiyormuş.Sonra bir gün komünizm hastalanmış, yataklara düşmüş. Beklemiş ki sevgilisi gelsin, kendisini iyi etsin, elinden tutsun. Ama kapitalizm gelmemiş. "hasta sevgiliyi ne yapayım" demiş "bana yaren mi yok?". Komünizm buna çok içerlemiş ama belli etmemmiş. Bir gün alacağı intikamı düşünerek güçlenmiş güçlenmiş ve yola düşmüş. Yolda siniri geçsin diye herkese sataşmış, kimini dövmüş, kimini yemiş.Sonra kapitalizmin evine gelmiş ama oha. Ne evi, adam onca zaman sonrasında resmen şato yapmış. Bir de içinde tek kalıyormuş, yani ara sıra bir kaç kişiyi çağırıyormuş ama one night stand, stand up. Müthiş bir şaşaa, bir lüks içinde yaşıyormuş. Komünizm bunu görünce "püüü, ben bu sidikliyi mi sevmişim senelerce, kapısındaki köpeğinin açlıktan kemikleri sayılıyor, şunun sefasına bak, sefa sirmen." demiş. İçeri girmek istemiş ama mahzun bakışlı bekçiler izin vermemiş. "sizin içeriye her hangi bir şekilde girmeniz yasak ama dışarıda buluşabilirsiniz. Kapo abi sizi gölün kenarında bekliyor" demiş ve eliyle "nah şurda" diye gölü göstermiş.Komünizm homur homur söylenerek göle gitmiş. Bakmış ne görsün, kapitalizm gölün kenarına oturmuş, göle maya çalıyor. "seni bulduğuma sevineyim mi ağlayayım mı eski sevgili?" demiş "herhalde kafayı tırlatmışın, allah'ından bulmuşun diycem ama allah'a inanmıyorum". "görmüyon mu akıllım, göle maya çalıyorum" demiş kapitalizm."ahahahah, allah'ın gerizekalısı, bak yine allah dedik hadi hayırlısı, ulan göl maya tutar mı, püüüü, bir de senin koynuna girdik senelerce""ulan angut, tutmasa bile tuttururum ben, öyle bir pazarlarım ki ben bu gölü, bir günde kapış kapış gider, sen hala tırı vırı yap. Ya tutarsa hiç demiyorum bile, şaşkınlıktan altına sıçma diye."komünizm anlam veremeyerek şaşkın bakışlarla çömelmiş, kamburu çıkmış, pis pis sırıtan eski sevgilisini seyretmiş.Neysa kapitalizm işini bitirmiş kalkmış ayağa, beraber şatoya doğru yürümüşler. O sırada karşıdan gelmekte olan azgın bir çocuk sürüsü görmüşler, karşıdan balici gibi geliyorlarmış. Komünizm biraz tırmış ama kapitalizm şehvetle sırıtarak "gelin bakalım piç sürüsü" demiş. Çocuklar gelince bunlara sormuşlar "ya bize bir kaç düdük lazım da, siz bulabilir misiniz agalar?" demiş çocuklardan birisi. Komünizm demiş ki "ben getiririm ama önce paraları göreyim lütfen" kapitalizm hemen "evlatlarım siz onu stiredin. Ben size hemen bulurum, para mühim değil sonra verirsiniz. Siz şunları imzalayın, ben bulurum." çocuklar sevinmiş "yaşa be abi, kralsın kral" demişler. Kapitalizm pis pis sırıtır."Olum manyak mısın sen, ya paraları yoksa. Nasıl ödeyecekler düdüklerin parasını" demiş komünizm."Sen de ne dırdırcıymışın be. İyi bırakıp gitmişim. Görürsün az sonra" demiş kapo.Saraya gitmişler tekrardan. Komunizm dışarda beklemiş, içeriye almazlar onu. Sonra kapitalizm dışarı çıkmış. Adi ama süper görünümlü düdükler yapmış hemen içeride. Balici çocukların yanına gitmişler tekrardan. Çocuklar bunları görünce bir sevinmiş bir sevinmiş, gözleri parlamış çocuklara has bir şekilde. Tam düdükleri alacaklarken kapitalizm imzalı kağıtları çıkarmış. "sen balici 1, şu düdüğü almışın, karşılığında benden şu kadar kredi çekmişin. Şu kadar faiziyle şu kadar borcun var. Ödemezsen hakkında yasal işlem başlatırım elimde senedin var, skertirim seni de yedi ceddini de..." böyle böyle herkesin senedini çıkarmış kapitalizm ve herkes eli mahkum daha da borçlanmış kapitalizme, içlerinde düdüklerine kavuşmanın verdiği buruk sevinçle.Komünizm dayanamamış artık buna, arkasına dönmüş ve gitmiş, giderken bir de boka basmış. Önüne geleni tokatlamış, hepiniz bu adama hizmet ediyorsunuz, şerefsizler diye diye. Biraz paranoya yapmış haliyle. Kendi evine dönmüş. İyice içine kapanık olmuş. Kimseyle görüşmemiş, herkese soğuk ve ters davranmaya başlamış ve gün be gün kendini harap edip, yataklarda acı içinde ölmüş.Kapitalizm ise büyüdükçe büyümüş, şatosunu büyütmüş. Eski sevgilisinin ölüm haberi üzerine ise bir oh çekip yemeye devam etmiş.


30 Haziran 2014 Pazartesi

H. C. Armstrong - Bozkurt

Uzun zaman oldu di mi lan, naber eheheh

Ara sıra böyle "Atatürk diktatördü" gibi sikimsonik tabirler duyarız hani, işte bunun aslında altında çok fazla anlam var. Şimdi ben bunları tarafsız bir dille yazıyorum, zira objektif bir yazıda taraf olmaz zaten. Bu Bozkurt kitabı, bana göre Atatürk hakkında biyografik dille yazılmış en iyi kitap, dediğim gibi iyi ya da kötü olması bizi ilgilendirmez. Buraya kadar okuyan kardeş, eğer Atatürk karşıtı olduğumu falan çıkardıysan siktir git eheheh.

Şimdi eğer bu kitabı okumadıysanız okuyun, spoiler falan içerebilir. Okumadıysanız alın okuyun. Kitap artık sansürlenmiş halde yayınlanıyor.

Önce bizimkiler napmış, ne incelemiş bi' bakalım eheheh


...........

Prof. Dr. Mustafa Yılmaz

"Bu yazının ilk bölümü İngiltere’de ekim 1932’de Harold Courtenay Armstrong tarafından yayınlanan Grey Wolf, Mustafa Kemal an Intimate Study of a Dictator, adlı kitabın Türkiye’de muhtemelen yaratacağı etkiye bağlı olarak, Ankara’daki İngiliz Elçiliği ve İngiliz Dışişleri’nin kitabın Türk liderler üzerinde yarattığı veya yaratabileceği olumsuz etkinin azaltılması yolunda yaptıkları yazışmalar ve konu ile ilgili düşünceleri üzerine olacaktır. İkinci bölümde ise adı geçen kitaba ilişkin türk kamuoyunun görüşleri ve resmi çevrelerin konuya ilişkin tavırları verilmeye çalışılacaktır. Tutukluluğu sona eren armstrong, daha sonra ingiliz kuvvetlerine katılmış ve mütareke sonrasında (1920) ingiliz yüksek komiserliği’nde askeri ateşe yardımcısı görevini almıştır. İstanbul’dan 1923 yılında ayrılan armstrong 1927 yılı başlarında tekrar savaşın verdiği zararları tamir için kurulan uluslararası komisyonda delege olarak istanbul’a dönmüş ve 1927-1928 kışında istanbul’da bulunmuştur. Turkey and syria reborn da armstrong’un türkiye ile ilgili gözlemleri yer almaktadır. Armstrong’a göre yeni türk rejimi mussoli’nin italyası ile benzeşmekteydi ve mustafa kemal paşa dönemin diktatörleri içerisinde en keskin olanı idi.Mustafa kemal paşa’nın reformları gerçekleştirmede uyguladığı metodu da eleştiren armstrong, mustafa kemal paşa’yı mesajı olmayan bir peygambere benzetmiştir4. Mustafa kemal paşa’nın gerçekleştirdiği inkılâplarla, özellikle kılık kıyafet alanında yapılanlarla, avrupalılardan çok avrupalı bir tavır takınıldığını söylüyordu.Yönetim olarak türkiye’nin parlamentoya dayalı bir rejim olduğunu söyleyen armstrong bunun yalnız sözde kaldığını, gerçekte durumun farklı olduğunu, türkiye’de bir muhalif partinin olmadığını öte yandan türk milletinin asla kendi kendini yönetmediğini ve disiplinli bir millet olduğunu belirtirken diğer yandan gelecekten ümitli olduğunu ve yeni kuşağın gelecekte ödev ve sorumluluklarını bilecek bir şekilde eğitildiğine işaret etmiştir.Ekim 1932’de yayınlanan grey wolf, mustafa kemal an intimate study of a dictator da mustafa kemal paşa’nın biografisini ve dönemin iç siyasi olaylarını anlatmaya çalışmıştır. Armstrong bu kitabında türkiye ve türkler özellikle de mustafa kemal paşa’nın şahsı ve ülkeyi yönetim biçimi ile ilgili olarak gerçekleri yansıtmayan önyargılı ve saldırgan tavrını sürdürdüğünü görüyoruz.Kitabın yayınlanması mustafa kemal paşa’yı kızdırdığı gibi türk resmi çevrelerince de hoş karşılanmamıştı. Üstelik kitabın yayınlanmasının ingiliz dışişleri’nin organize ettiği resmi bir sunuş ile mustafa kemal paşa’ya official history of the dardanelles campaign adlı iki ciltlik özel bir setin sunulduğu zamana rastlaması bir terslikti. Bu sunuş ile ingiliz dışişleri türkiye cumhurbaşkanı’nın büyük bir general, yiğit bir düşman ve cömert bir arkadaş olduğunu vurguluyordu.İngiliz dışişleri ileride doğabilecek istenmeyen olaylara karşı şu noktalara dikkati çekiyordu: kitap muhtemelen türkleri ciddi olarak üzecektiözellikle kitabın belli sayfaları saldırgan, gerçekle ilgisi olmayan abartılı ve mümkün olmayacak şeyleri kapsıyordu. Aklı başında bir okuyucunun kitapta yazılanları doğru olarak kabul etmesi mümkün değildi. Kitap tek taraflı ve kaynağı belli olmayan bilgiler vermekteydi. Ama kitabın yazarının bir zamanlar istanbul’da ingiliz resmi görevlileri arasında bulunması yadsınamaz bir gerçekti. Yine mustafa kemal paşa’nın biografisini yazan ilk kişinin bir ingiliz olması ve bu eserde paşa’nın karalanması ve ona leke sürülmesi bir şansızlıktı.İngiliz dışişleri bakanlığı doğu işleri ile ilgili bölümden a.k. Helm, yüzbaşı armstrong’un muhtemelen adı geçen kitap basılmadan önce kendisinin bir daha asla türkiye’de savaş suçlusu olarak cezaevine konmayacağı konusunda ikna edilmiş olduğunu bildirerek, kitabın yaratacağı olumsuzluğa karşı yapacakları pek bir şey olmadığını söyleyerek ankara’ya ingiliz elçiliği’ne şu tavsiyelerde bulunuyordu: eğer türkler kitaptan etkilenerek tepki gösterirler ise onlara kitabın resmi çevrelerin oluruyla veya telkiniyle hiçbir ilgisinin olmadığı söylenebilir denilerek devamla, türkler ingilizlerin kendileri ile gerçek düşüncelerini öğrenmek isterlerse onlara gelibolu tarihi ile ilgili kitabın sunuşunun fotokopisinin hatırlatılması ve oraya referans verilmesi tavsiye ediliyordu.İngiliz dışişleri’nin bu görüşlerine karşılık ankara’dan ingiliz elçiliği 10 kasım 1932’de dışişleri’ne gönderdiği bir yazıda şimdilik konuya ilişkin yani kitabın türk liderleri ve resmi çevreler üzerinde yaptığı olumsuz etkiye ilişkin bir gelişmenin olmadığını bildiriyordu. Ankara’dan konsolos j. Morgan, helm’e, konuya ilişkin olarak gazi’nin bu konuda kesin bazı bilgilere sahip olduğunu sandığını ama gazi’nin yüksek sesle ankara’daki elçilerle 29 ekim akşamı yapılan yıllık akşam yemeğinde, yalnızca ingiliz ve sovyet elçilerine güvendiğini ve onları kendisinin gerçek arkadaşları olarak gördüğünü söylediğini not ediyordu.Raporda bildirildiğine göre konuya ilişkin olarak tek habere anadolu ajansı’nın bir telgrafında rastlanıyordu ve bu haber 25 ekim tarihli türk gazetelerinde yayınlanıyordu”. Anadolu ajansı, haber kaynağını campbell dixon’un, armstrong’un kitabının tanıtımını yaptığı 24 ekim tarihli the daily express olarak vermişti. Gerçekte ise dixon’un tanıtım yazısı the daily telegraph’ta “modern turkey’s dictator, astounding career of the ail-powerful mustapha kemal” başlığı ile yayınlanmıştı. Dixon yazısında armstrong’un kitabının şimdiye kadar yaşayan diktatörler için yazılan kitapların en keskini olduğunu belirterek, armstrong’un mustafa kemal paşa’ya bazı isnatlarda bulunduğunu ama bunun yanında onun başarılarını da övdüğünü ifade ediyordu. Yazısında dixon, modern türkiye’nin diktatörü mustafa kemal paşa’nın başarılarla dolu kariyerini; bir asker olarak, bir devlet adamı olarak ve bir reformcu olarak yerine getirdiğini yazmıştı.Kitap ile ilgili bir diğer tanıtım yazısının a.t. Wilson14, imzasıyla 4 kasım 1932 tarihli the spectator’da çıktığını görüyoruz15. Wilson, kitabı olağanüstü bulduğunu ve armstrong’un türkiye’yi ve türkleri çok iyi tanıdığını, onun olayları ve kişileri küçültme veya olduğundan başka gösterme gayretine girmediğini ve çoğu tarih profesörünün yaptığı gibi akıntıya kapılıp özür dilemek yerine, ölüm ve katletmelerin düşman elemanların elimine edilmesi şeklinde verilmesi yerine, olduğu gibi verildiğini ve sadece gerçeklerin yazıldığını söylüyor ve armstrong’un kitabını önyargısız, yargılamadan ve mahkum etmeden, sadece olayları kaydederek yazdığına inanıyordu. Kitabın söylenildiği gibi, mustafa kemal paşa’yı memnun etmeyeceği ve türkiye’de sıkıntı ve üzüntü yaratacağı yolundaki görüşlere katılmayarak, bu düşüncelerin tamamen aksinin olacağını tahmin ediyordu. Wilson yazısında ayrıca mustafa kemal paşa’nın, halifeliğin kaldırılması, alfabenin değiştirilmesi, medeni kanunun kabulü gibi değişiklikleri kendi isteği ile yaptığını söyleyerek, insanlık tarihinde bir kişinin bu kadar değişikliği yapmasına rastlamanın mümkün olmayacağını not ederek mustafa kemal paşa’nın başarılarının olağanüstü ve harika olduğunu yazmıştır.10 aralık 1932 tarihinde ankara’dan, ingiliz elçiliği’nden gizli kaydı ile james morgan imzasıyla, ingiliz dışişleri bakanlığı, doğu işleri şubesi’nden a.k. Helm’e gönderilen yazıda; morgan türk basınında şimdiye değin “grey wolf” (bozkurt), kitabına ilişkin bir yazı görülmemesine rağmen mustafa kemal paşa’nın bu konuda kızgın olduğunu ve söylentiye göre necmettin sadık’ın akşam gazetesinde kitap ile ilgili olarak yazı yazmasının istendiğinden bahsediyordu. Morgan ayrıca ingiliz gazetelerinin ve yazarlarının armstrong örneğinde olduğu gibi önemsiz şeyler üzerinde durarak, kendi kibirlerini ve kişisel kinlerini tatmin etmek uğruna ingiltere’ye ve ingilizlere zarar verdiklerini ve yabancı insanların kırılmasına neden olduklarını bildiriyordu. Morgan, ayrıca bu türden davranışların ingiltere’ye olan yabancı sempatisini azaltacağını not etmekteydi.Konu ile ilgili olarak ankara’dan james morgan imzasıyla 22 aralık 1932’de ingiliz dışişleri bakanı sir john simson’a yazılan yazıda kitabın, spectator’da konu ile ilgili yazısı çıkan wilson’un tahminleri aksine mustafa kemal paşa’yı büyük ölçüde gücendirdiği bildirilmekteydi. Gücenmenin kısmen kitabın yalan ve iftiradan oluşmasından, esas olarak da, bir ingiliz tarafından mahalli bir ingiliz’in görüşünü temsil eden bir kitap gibi ingilizce konuşan insanlara böyle bir kitabın sunulması ve gazi’nin gerçek kimliğini hayatını ve başarılarını gösteren bir çalışmanın yapılmamış olması gösteriliyordu. Raporda yine ileride değineceğimiz necmeddin sadık’ın 8-20 aralık tarihleri arasında akşam gazetesinde konuya ilişkin olarak çıkan yazılarının ingiltere’ye ve ingiliz çıkarlarına karşı resmi ve genel olarak türk tavrının değişmesine etki eder nitelikte olmadığı belirtiliyordu.Yine ankara’dan james morgan imzasıyla ingiliz dışişleri bakanlığı, doğu işleri şubesi’nden helm’e gönderdiği bir yazıda, türk dışişleri’nin ve resmi çevrelerin armstrong’un kitabının ingiliz görüşünü temsil eden bir kitap olduğuna inanmadıkları söylediklerini ama sıradan bir türk’ü kitabın üzmediğini söylemenin güçlüğüne değinerek konsolos morgan bu konunun tamiri için şunları öneriyordu: eğer mümkün olursa ingiltere’de ankara’nın kabaran hislerini yatıştırmak için bir şeylerin yapılmasını görmek istediğini, kitabın ankara’da hâlâ eleştirilen bir konu olduğunu belirtilerek, bu konuda kitabın yarattığı olumsuz havayı yumuşatmak için bir şeyler yapmanın türklerden çok ingilizlere düştüğüne işaret ederek; ileri gelen bir ingiliz’e mustafa kemal paşa ile görüşme yaptırarak paşa’nın yaptığı işlerin hakkıyla anlatılması ve takdir edilmesini veya tanınmış birisine bir makale veya mektup yazdırarak grey wolf’ta yazılanların doğru olmadığını ve mustafa kemal paşa’yı gerçekten tanıyan bir şahsın kendi deneyimlerinden hareketle gazi’nin bir asker ve lider olarak dehasını ortaya koyması neden olmasındı. Morgan, bütün bunların ankara’da olumlu etkiler yapabileceğine inanıyordu. Morgan, muhtemelen george young’un bu tür bir kitabı yazabileceğini ve bunun türklerin gururunu okşayacağını bildiriyordu.Bu bağlamda morgan, türkiye’de yaşanan belçika örneğini de veriyordu. Belçika’da the independence belge’nin türkler hakkında yazdığı kabul edilmeyen şeylerin, türklerin tepkilerine neden olduğunu ve hatta türklerin belçika kraliyet ailesini de işin içine katarak karşılık verdiklerini, ama belçika dışişleri bakanı’nın türkler hakkında olumlu şeyler söylemesi ile olayın kapandığını bildiriyor ve kendilerinin de benzer şeyleri yapmasına müsaade verilmesini istiyordu.Morgan’ın önerileri doğrultusunda bir hareketin altı ay sonra yerine getirildiğini görüyoruz. Gazeteci yazar ve yayıncı olan vernon bartlett’in ingiliz dışişleri ile teması sağlanarak, bartlett’in o günlerde bbc’de yayınlanan “strong men of europe” programına mustafa kemal paşa da dahil edilerek mustafa kemal paşa ve onun modern türkiyesi hakkında “strong men of europe viii. The ghazi” başlıklı bir yayın yapmıştır. Bartlett’in bu konuşması dışında, yine türkiye ile ilgili bir yayını daha olmuştur. Bu konuşmasının başlığı ise, “avrupa’nın hasta adamının iyileşmesi” idi. Bartlett, konuşmalarında; istanbul ve ankara’daki gözlemleri ile yeni türkiye cumhuriyeti’nin gerçekleştirdiği inkılâpları anlatmış ve mustafa kemal paşa’nın hayatından kesitler vererek onun dönemin devlet adamları içerisinde en önde gelen bir liderliğe sahip olduğu vurgulanmıştır. Türk halkının mustafa kemal paşa’yı cumhuriyet’in ilk kurulduğu yıllardaki gibi sevdiği ve onun halkın gözünde popüler bir lider olduğu belirtilerek, ismet paşa’nın da yardımları ile türkiye’nin güçlü bir ülke konumuna geldiğini ve avrupa’nın hasta adamının yakın doğuda, güçlü ve etkin bir yere ulaştığını söylemiştir.Armstrong’un kitabı dışında mustafa kemal paşa ile ilgili olarak, ingiliz dışişleri’ni rahatsız eden diğer bir yazı ise 1934 yılında new britain adlı bir dergide yayınlanmıştır. Bunun üzerine ingiliz dışişleri new britain’ı uyarmıştır. Derginin o günkü editörü olan c.b. Purdon ile yapılan görüşmede, purdon kendisinin izinli olduğu bir döneme rastlayan bu yayının gözden kaçtığını ve kazara böyle bir yazının yayınlandığını söyleyerek, bundan sonra bu tür bir olayın olmayacağı sözünü vermiştir.Buraya kadar gelişen olaylar kitabın ingiltere açısından ele alınışı ile ilgiliydi. Şimdi aynı konuyu türkiye tarafından ele almağa çalışacak olursak, bu konuda ilk olarak daha önce sözünü ettiğimiz 25 ekim 1932 tarihli anadolu ajansı kaynaklı türkiye’de çıkan gazetelerdeki haberi görüyoruz. teşrinievvel 1932 tarihli cumhuriyet gazetesi haberi son telgraflar başlığı altında şöyle vermekteydi: “gazi bir fevkalbeşerdir!”. İngiltere’de gazi’ye dair bir tarih neşredildi, “bozkurt” kitabından bahseden daily express büyük dahi’yi nasıl tarif ediyor?” Telgraf ise aynen şöyleydi: “yüzbaşı armstrong’un gazi hakkında “bozkurt” isminde bugün çıkan kitabını daily express gazetesinde mevzuu bahseden m. Campbell dixon gazi’yi harbi umumi’nin devasa bir nisbet almağa başlayan birkaç şahsiyeti arasına koyarak diyor ki:“henüz yaşamakta olan bir hükümet hakkında şimdiye kadar asla yazılmamış bu derece acı bir kitapta bile armstrong, gazi’nin dehasını ve eserini takdir ve tescil etmektedir. Gazi’nin tarihi okunduğu vakit onun şahsında, lenin’in sabit prensiplerini, mussolini’nin heyecani olan meylini, cengiz’in askerlik dehasını ve troçki’nin veya karno’nun sürükleyici kudretini bulmamak kabil değildir. Gazi, fevkalbeşer bir görüş sahibi ve çok kuvvetli bir teşkilâtçıdır”.Daha sonra aynı konuda ingiliz elçiliği’nin, mustafa kemal paşa’ya yakınlığından bahsettiği sivas milletvekili necmeddin sadık bey’in akşam gazetesinde, 8-20 aralık tarihleri arasında çıkan yazılarını görmekteyiz. Necmeddin sadık bey, “bozkurt: mustafa kemal [yüzbaşı armstrong’a cevap]” başlığı altında akşam gazetesinde çıkan yazılarının ilkinde armstrong’un kim olduğu sorusunu sorarak, onun mütareke sonrası istanbul’u işgal eden ingiliz ordusunun istihbarat şubesinde görevli yüzbaşı benett ile beraber çalıştığını, istanbul’un eğlence yerlerinden çıkmayan ve kumara olan merakı ile tanınan maceraperest bir kişi olduğunu bildiriyordu. Ayrıca armstrong’un sait molla ile tanıştığını ve onunla samimiyetini artırarak sait mila’ya “ingiliz muhipler cemiyeti”ni kurdurttuğunu yazıyordu.Necmeddin sadık bey kitap ile ilgili olarak böyle bir yazı yazmasının armstrong’a ilmi veya ahlaki bir değer vermekten değil, ama kitaptan ingiliz kamuoyunda çokça bahsedilmesinden kaynaklandığını söylüyordu. Gerçek ingiliz yazarlarının tarafsız ve gerçekçi oluşlarıyla tanındıklarını söyleyen necmeddin sadık, amacını armstrong’un kitabında yer alan, hiçbir belgeye dayanmayan, tamamen uydurma ve hayal ürünü olan konuların tarihi örneklerle çürütmek olduğunu söylüyordu.N. Sadık bey 9 aralık’ta çıkan yazısında ise kitabın adının, “bozkurt, mustafa kemal: bir diktatörün hususi hayatının tetkiki” olması ve özellikle o dönemde batılı yazarlar tarafından mustafa kemal paşa’ya atfedilen diktatörlük vasfı üzerinde durarak şunları söylüyordu: mustafa kemal paşa’nın nefret ettiği bu yakıştırmanın yanlış olduğu ortada idi, mustafa kemal paşa bir siyasi oyun, bir hükümet darbesi veya zor kullanarak iktidara gelmiş değildi. O ülkenin içine düşmüş olduğu zor durumdan kurtuluş için millet tarafından iş başına getirilmişti ve mustafa kemal paşa milli bir kahramandı. Ülke savaş halindeyken bile egemenliğin temsil edildiği yer olan türkiye büyük millet meclisi’ni hiç bir zaman ihmal etmeyen ve meclis’te hararetli tartışmalara cepheden gelerek katılan mustafa kemal paşa idi.Armstrong’un kitabının girişinde bahsettiği türkler ve türk tarihine ilişkin verdiği bilgiler gerek mustafa kemal paşa’nın hayat hikâyesine ilişkin, annesi, babası, doğduğu ev, mahalle hayatı, şemsi efendi mektebi ve askeri rüşdiye’ye ilişkin bilgiler yalan yanlış ve tarihi hatalarla dolu idi.Necmeddin sadık bey, armstrong’un kitabında yer alan konulara ilişkin yazdığı yazıları şu başlıklar altında toplamıştır: gazinin gençlik ve tahsil hayatı hakkında, müellifin garazkarane yalanları, mustafa kemal hiçbir zaman farmason olmamıştı!”, “hareket ordusu ve mustafa kemal, trablusgarp seyahati, gazi’nin sofya ateşmiliterliği, şark cephesi hakkında müellifin bazı hataları”, “maslup arifin idam kararını gazi’ye imzalattıran müellif, nasıl uydurma sahneler tertip ediyor!”, “milli mücadele devri: kazım karabekir paşa, rauf bey, halide edip hanıma, müellif, mühim yer ayırmış... İçki ve kadın meselesinde, kumar bahsinde, armstrong’un garazkarlığı”, “gazinin elinden kurtulamayanlar kimlermiş?, fikriye hanım meselesi, bir tiyatro dramı haline nasıl sokulur... Mustafa kemal kimseye söz söyletmez, herkesi sopa ile kovarmış!”, “halide hanım cepheye niçin gitmiş?, ‘ordular hedefimiz akdeniz!’, gazinin latife hanımla izdivacı hadisesini müellif nasıl tağyir ediyor?”, “gazi hazretlerinin, latife hanımla izdivacı, niçin ve nasıl olmuştu... Geçimsizliğin ve ayrılışın sebepleri... Gaziyi zehirlemişler, az kaldı ölüyormuş?, müellifin cehaletine, daha birçok örnekler”, “müellife göre gazi’ye başka zemin, başka zaman lâzımdı; mustafa kemal, bir timur, bir cengiz han olabilirdi, fakat ruhsuz ve tembel bir halkı adam etmek gibi sıkıcı bir işe yakalanmış!...”, “gazi bir aşiret reisi midir? Gazi’nin müstesna terbiye ve nezaketi, gazinin hususiyet ve samimiyet hayatı, müellif, kralların zevk ve sefahat alemlerini ezbere, model olarak almışa benziyor” . Necmeddin sadık bey bu başlıklar altında armstrong’un kitabına verdiği cevapta kitapta bahsi geçen konuların tam anlamıyla yazarın hayal ürünü olduğunu ve yazarın mustafa kemal paşa gibi bir şöhretin ismi altında üne kavuşmak istediğinde olduğunu ortaya koymuştur. Necmeddin sadık bey yazısını şöyle noktalamıştır: “ingiliz muharirinin talihsizliği, hususi hayatında küçük göstermek istediği büyük adamın mustafa kemal olmasıdır... Ahlâksızlık bile her yerde sökmez. Çarptığın kaya çok serttir, yüzbaşı efendi, başka kapıya...”Armstrong’un kitabına ilişkin olarak 4/12/1933 tarihinde bir bakanlar kurulu kararnamesi görmekteyiz. Kararnamede: “almanya’nın karlsruhe şehrinde çıkan ‘badische presse’ gazetesinde h.g. Armstrong tarafından tefrika halinde yazılarak fransız, ingiliz ve alman dilleriyle kitap halinde basılmış olan ‘bozkurt - mustafa kemal’ adlı kitabın, zararlı yazılar ihtiva etmesine binaen gerek bu dillerle basılmış ve gerekse başka dillerle basılacak olanlarının memlekete sokulmasının yasak edilmesi; dahiliye vekilliği’nin 28.11.933 tarih ve 10371 sayılı tezkeresi üzerine icra vekilleri heyeti’nin 4.12.933 toplanışında kabul olunmuştur.” Denilmekteydi.Yine aynı konuda “le mois” adlı mecmuanın kasım - aralık 1933 tarihli 35’nci sayılı nüshalarında yer alan “mustafa kemal veya bozkurt” başlıklı makalesinde mustafa kemal paşa’ya bulunulan çirkin saldırı nedeniyle toplattırıldığını görüyoruz. Son olarak 27.9.1934 tarihli “journal des debars” adlı paris’te çıkan bir gazetede cm. Laroche tarafından yazılan “bozkurt” başlıklı makalede armstrong’un kitabından bahsedilmesi üzerine 11.12.1934 tarihli bakanlar kurulu kararı ile adı geçen gazetenin ülkeye girişi yasaklanmıştır.Konu ile ilgili olarak sonuç yerine şunlar söylenebilir: ingiliz dışişlerinin grey wolf’un yarattığı olumsuz etkiyi azaltmak için aldıkları tavır, sanırız türk-ingiliz ilişkilerinin o yıllardaki durumu ile yakından ilgilidir. Bildiğimiz gibi 1926 yılına gelinceye değin, yani musul anlaşmazlığı çözümleninceye kadar türk-ingiliz ilişkileri belirli bir gerginlik içerisinde olmuştur. 1927 yılından itibaren türk-ingiliz ilişkilerinin bir yumuşama sürecine girdiğini ve yavaş ama sağlıklı bir ilişki döneminin başladığını görüyoruz. Bu yeni dönemde ingiliz kamuoyu ve resmi çevrelerinde türkiye cumhuriyeti artık barışçı bir devlettir. Lozan barış anlaşması ile belirlenen sınırları dışında herhangi bir toprak talebi olmayan bir ülke konumundadır. Mustafa kemal paşa tarafından ifade edilen “yurtta sulh cihanda sulh” artık türk dış politikasının temel taşıdır. Buna bağlı olarak ingiltere için artık türkiye uluslararası barış ve güvenlik için vazgeçilemeyecek bir ülke olacaktır. Diğer yandan batı’ya karşı ulusal bir savaş veren ve yeni bir devlet kuran türkiye’nin yeni önderi kendisine batı’yı model almıştı. Batılı bir ülke olma yolunda zaman zaman batı kamuoyunu da hayrete düşüren köklü değişiklikler gerçekleştirilmişti. Mustafa kemal paşa’nın şahsında tüm inkılâplar alkışlanmaktaydı. Armstrong’un kitabı ne batı’nın ne de ingiliz kamuoyunun görüşlerini içermekteydi kitap sadece kendi kişisel hayali idi."...................Biraz yazım hataları vb. şeyler var ama idare edin artık ehhehehKarar, bunu okuyacak olan okuyucuya ait artık. Yazıyı burada bitiriyorum sonradan ekleme yapacağım, okumayanlar alıp okusun en kısa sürede, zira fikir ve görüş açısından önemli bir kitap. Sağlıcakla kalın ehehehe

14 Haziran 2014 Cumartesi

Gelecek Türkiye'miz (!)

 Selamun Aleyküm.

 Başlığa gelecek olursak, adını "Gelecek Türkiye'miz (!)" yapmamın iki tane sebebi var.


1) Acaba gelecekte Türkiye olur mu?

2) Acaba gelecekte Türkiye gerçekten bizim olur mu?

 Amerika'nın istediği Türkiye: Ne bir gün savaş çıktığında güçsüz devletlere yenilecek kadar zayıf, ne de bir gün savaş çıktığında ABD' yi yenecek kadar güçlü olmaması.


 Peki ya Recep Tayyip Erdoğan?


 Öncelikle şunu belirteyim ki, şu an Recep Tayyip Erdoğan'ı savunmayacağım, ya da birini kötülemeyeceğim.


 Türkiye'yi Amerika'ya satan o mudur? Burada hiç, "Amerika satılmış mıdır, satılacak mıdır?" konusuna falan girmeyeceğim çünkü durumumuzu hepiniz biliyorsunuz. Demiştimya, "Türkiye'yi Amerika'ya satan o mudur?", hayır.


 Erdoğan sadece bir semboldür. Tıpkı, Marksistler'in Karl Marx'ı, ABD'nin George Washington'u, Türkiye'nin Atatürk'ü gibi. Bizim her şeyin arkasında sandığımız, tıpkı bir günah keçisi gibi. Başında Erdoğan'ı biliriz hep. Peki, bu AKP'nin içinde birtek Erdoğan mı var? Hayır kodumun salağı, bunu Cumhurbaşkanı'ndan tutta, Adalet Bakanı'na kadar gider. Ama aklımıza onlar gelmez. Çünkü semboller akılda kalır. Burada hiç monarch zihin kontrolü falan gibi sikimsonik şeylere girmeyeceğim ha.


 Bakın biz hep duyarız: "Türkiye belli bir süreçten geçiyor" diye. Evet, Türkiye belli bir süreçten geçiyor ve bu sürecin altında yatan gizli bir kelime var: Oyalama


 Dinleyin iyi gider ehehehe


 Önceden hedef neydi?

 Referandum.

 Şimdi hedef ne?

 2023.

Peki ne olacak bu koduğumun 2023'ünde? Hiç antlaşmaların, ya da hangi antlaşmalar olduğunun detayına girmeden anlatacağım burayı.


 Biz 2023'te, Mondros da kaybettiğimiz şeyleri geri alacağız. En basitinden Bor Madenleri.


 Adını unuttum o yüzden kesin bir bilgi veremem ama, Marmara Denizi'nde bulunan, dedim adını bilmiyorum ama, özelliği; insanlara mutluluk veriyor ve daha iyi düzenli bir hayat yaşamasını sağlıyor.


 Bunun haricinde daha saymadığım bir sürü maden yataklarımız vb. var.


 İşte biz 2023'te bunları kullanma hakkına sahip olacağız. (!)


 Peki olacak mıyız? Orası muamma.


 Şu an bile yarı Amerikan Mandası iken sizce kullanabilecek miyiz?


 Gelin biraz geriye gidelim.

 "ee konunun başlıı gelecek türkiyemiz üzerinee??" diyen ekşici siktir git.

Buraya düşecek en doğru söz ne biliyor musunuz, Başbuğ Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği:


"Geçmişini bilmeyen, geleceğine yön veremez!"


 Biraz gidelim geçmişe: E bizim yakın zamanda geçmişimiz yok amına koyayım? Hepsi yüz karası. Darbeleri mi anlatayım ben burada? Sağ-Sol davası yüzünden asılan gençlerimizi mi anlatayım?


 Yukarıdaki anlatışımda anarşist fikre sahip olduğumu çıkarmayın lütfen. Devletin gereksinim olduğunu herkes bilir. Neyse gidelim biz yine de ne var.


 Bu ülkede en büyüm hatamız mı olsun, siyası gerilememiz mi olsun, ipneliğimiz mi olsun: Bu, İsmet

İnönü'dür.

 Hangi yaptığı şerefsizliği sayayım ben? Türkçülük adına yapmış olduğu bir şey zaten beklenemez. Kendisi kürttür zaten.


 Şimdi benim bildiğim, ve araştırdığım kadar yaptıklarını yazayım.


 -12 Adalar (biraz klasik oldu ama en başa bunun gelmesi gerekirdi.)

 -Devlet Daireleri'nde kendi resminin asılmasını istemesi
 -Köylülerden ağaç ve orman vergisi alması (tıpkı çiftçilerden aldığı aşar vergisi gibidir.)
 -Erzincan Depremi sırasında yardım ulaştırmak yerine, kendi heykelinin dikilmesini talep etmesi
 -Türkiye'yi NATO denen illet şeye katması
 -Ezanın Türkçe okutulması
 -Milli Eğitim Bakanlığı'na ABD danışmanları koymak

 Bunlar benim aklımda kalan birkaçı. Daha neler var neler. Bana göre İsmet İnönü, Anıtkabir girişinde tablosu bulunacak kadar bile değersiz biri. Tamamı ile gereksiz.


 Bu yaptıklara baktığımızda, Recep Tayyip Erdoğan onun yanında çok mu şey yapmıştır? Hayır. Tayyip hiçbir şeydir bunun yanında. Nasıl İsmet İnönü, sevenleri için Büyük Şef ise, Erdoğan da AKP'liler için ayndır. Kötülemek bize düşmez ama eleştirmek bize düşer. Gerçi Türkiye'de eleştirmek halka da düşmez.


 Çünkü Türkiye'de halk yok. (!)


 Bundan iki anlam çıkarabiliriz.


1) Halk cahildir.

2) Halk hakları açısından yoktur.
3) Halk gerçekten yoktur. (bu kısım ekşiciler için yazılmıştır.)

 Bana göre halk cahildir. Ama buradan çıkarılması gereken anlam halk hakları açısından yoktur. 


 "Nedir Halk Cahil?"

 Halkımız okumuyor. 10 kişiden 2'si okuyor. Ve o okuyanların da okuduğu kitaplar: aşk-dünya edebiyatı-NewYorkTimesBestSeller kitapları. Ben onu okuyanlara bir şey demiyorum, hatta o tür kitapların da okunması gerekir. Neden? Ufku açar. Ama o tür kitaplar size bilgi vermez. Pek bir şey kazandırmaz. Okuyun derken ben kitaplardan da bahsetmiyorum. Gazete, internet siteleri, sanal kitaplar vb. her yerden okuyun. Hep tarih, ya da hep siyaset okunacak diye bir kural yok. Kötüdür aksine hep siyaset okumak. Şu da var, sağ-sol davası da kalmadı artık, yani geriye dönüp darbe kitapları, 12 Eylül, Deniz Gezmiş gibi alanlarda fazla durmayın. Geleceğe yönelik okuyun, okuyalım. Mesela, ben burada Milliyetçilik Propagandası falan yapmıyorum, ama benim görüşlerim aile çerçevesinde oluşmadı, dini görüşlerimde. Ben kendi okuduklarımla seçtim kendi görüşlerimi. Mesela, okuyan birisi, Atatürk'ü solcu, ya da sağcı diye nitelemez. Ya da, "Atatürk Milliyetçi değildi, onu sadece kullanmıştı" yorumunu yapmaz. Şu an ki konumuz Atatürk ya da devrimcilik, komünizm falan değil, o konuları yeri geldiğince yazacağım.

 Buraya kadar okuyan arkadaşım, kendine bugünden itibaren bir çeki düzen ver, ve kitap okumaya başla. Hatta demiştim, kitapla sınırlı değil. Araştırın. Zaten yaz aylarına girdik, yatmaktan başka işimiz olmaycak çoğunun. Ve, düşünün arkadaşlar. Düşünün çünkü henüz yasaklanmadı.


 Bir sonraki yazı için takipte kalın sikkolar, eleştiri gibi olacak biraz ehehehe.


 Hadi Eyvallah


Adolf Hitler ve Recep Tayyip Erdoğan:


 Selam.

 Öncelikle yazacaklarımı okumadan önce, okumadıysanız bu yazımı okumanızı tavsiye ederim. Son zamanlarda gerek haberlerde, gerek gazetelerde, gerek kahvede, gerek okulda, gerek ergenus gençlerimizde çok duyar olduk bu tür şeyleri. Yok; Erdoğan Hitler'i örnek alırdı, yok ona özenir, onun gibi kömür dağıtır, aynı yalanı söylerlerdi vs.
 

 Ulan sen AKP ve Nazizm'i aynı kefeye nasıl koyuyorsun?

 Ulan taşşaksız herif, sen kendine o kadar ilim sahibiyim diyorsun, o kadar iyi üniversitelere gittin, başkaları üç öğrenirken, sen beş öğrendin. Ki bu yorumu yapan biri bana göre hiçbir bok bilmemektedir.

 Sen, bir zamanlar tüm Avrupa Devletlerine üçbuçuk attıran, tüm Avrupayı hizaya çeken, elini kolunu sallayarak Fransa'ya giren bir adamla, imam hatipli birini karşılaştırıyorsun. Elbette şu an verdiğim imam hatipli örneği saçma.

 Hitler vaad ettiği şeylerin hep arkasında durmuştur ve nitekim yapmıştır. -iyi ya da kötü-

 boşbakanımız ise bize yoksulluktan (!) Başka hiçbir şey vaad etmedi.

 Ulan bir kere Tayyip'i, Hitler'e benzetmek ne?

 "diktatörler balkon sever" diyip, Tayyip ve Hitler fotoğrafını paylaşmak niye?

  Bana göre Hitler ve Erdoğan'ın karşılaştırılması, Hitler'e bir hakarettir.

 Hitler faşist değildi, nasyonal sosyalistti. Aramızda 3-5 tane, "faşiiiistti yaaeaaaa" diyen çıkacaktır elbette.

 Faşizm uzaktan yakından dokunur nasyonal sosyalizme. Bu doğrudur. Futbol ve hentbol gibidir. İkisinde de kaleler vardır, oyuncular vardır. Ama birisinde top ayakla oynanır. Diğerinde ise elle oynanır. Ve kurallar farklıdır!

 Bakın ben burada hiçbir zaman "Hitler Propagandası" yapmadım. Evet Hitler şerefsizdir, onca adamı katletmiştir. Ama davasından hiçbir zaman vazgeçmemiştir.

 Bana göre Hitler ve Erdoğan'ın karşılaştırılması, Che guevara ve Hitler'in karşılaştırılmasından daha saçmadır. Öyle de.

 Şimdi gelecek ekşiciler diyecek "ee hitler madem çok zeki bi adamdı sıtalin neden yendiii"

  Ben şu sözü bu tür tartışmalarda çok kullanırım:
"hitler ırkçı ayağına yatan bir sosyalisttir. Hitler şeytan muamelesi görmesine rağmen bizzat kimseyi öldürmemiştir."
 Arkadaş ben hitler'i iyilik meleği yapmıyorum, ben hitlerin izlediği sosyalizmi de örnek almıyorum. Şuraya kadar eğer hala okuyorsan, lütfen siktir git.

 Hitler idealist bir adamdı. Hitler şiddetin ve yalanın iyi yönde kullanılabileceğini kanıtlayan bir adamdı(!)



 Kavgam'ı okumayan birisi, hitler'in kavgasını anlayamaz.

 Hitler diktatördür. Erdoğan da diktatördür.
Hitler milliyetçidir. Erdoğan ne boktan olduğu anlaşılmayan birisidir.

 Erdoğan milliyetçiliği reddeder. Erdoğan'ın bana göre uyguladığı politika, eski türk tarihinde türkler tarafından kurulan zararlı cemiyetler gibidir. Tıpkı amerikan mandası isteyenler gibi. Türk ırkı olarak köklü bir geçmişimiz var. İnsan eğer vatanına ve milletine bağlıysa bu duruma acır. Çünkü şu an Amerika'nın kuklası halindeyiz.

 Şimdi eğer benim bu yazımdan Hitler'i savunmam, ya da Tayyip'i kötülemem gibi bir durum çıkarıyorsan senin amına koyayım.
 


 Ama bu yazıdan ders çıkarıyorsan anlamışsın demektir. Bu yazıdan eminim birçok rahatsız olan çıkacaktır.


http://www.youtube.com/watch?v=2tmc8rJgxUI dinleyin bu arada iyi gider.

 Hitler ve Recep Tayyip Erdoğan, karşılaştırılacak birisi değildir. Ama bugün Almanya bizden daha üst düzeyde. Biz ise yıllardır gerek sanayi olsun, gerek siyasi olsun, gerek eğitim olsun bir bok yapamadık. Kimse dış politikaya falan girmesin. Hitlerin kurduğu düzen, senelerdir devam etmekte. Ama bizim başkanlarımızın kurduğu rejim ise sürekli yıkılmıştır. Gerek kendi görüşleri, gerek karşıt görüşleri tarafından.

 Hitler, 1. Dünya Savaşı'nın ardından parçalanan ülkesini, dünyanın en güçlü emperyalist devletlerine karşı tek olarak savaşacak hale getirmiştir. Üstelik çok kısa bir sürede.

 Hitler, -iyi veya kötü açıdan değil- dünya düzenini hepten değiştirecek şeyler yapmıştır. Bir savaşı generallerinin bir takım hainlikleri sebebiyle kaybettiği için şerefsiz(!) Bir katildir(!)

 Gerçek şu ki, Adolf  Hitler’in sanayiye bilime teknolojiye kafası çok fazla çalışan biriydi. Hitler müthiş bir azim ile, çabayla baştan sona son teknoloji silahlar üretmiş, fabrikalar kurmuş, otomobil üretmiş, ordusunu yoktan var etmiştir.      

 Hitler'in bu konularda fikri olmasa o jet motorunun mimarisinde nasıl katkıda bulunabilirdi? Ki biz daha kendi otomobilimizi, uçağımızı yapamadan?

 Hitler katliam yapmış veya yapmamış burası benim sikimde değil, ben her zaman bu adamın ideolojisine, dehasına, davasına, milliyetçiliğine, sosyalizm görüşüne, sanayisine, devrimine hayran kalmışımdır. Hitler'e cani, katil, psikopat, şerefsiz diyebilirsiniz ama ona aptal diyemezsiniz.

 Recep Tayyip Erdoğan'ın ise hayran kaldığım noktaları; halkı kötüye sürüklemek, ülkeyi birkaç yıl sonra vasat duruma getirmek, milliyetçiliği ezmek, türk milliyetçiliğini, türk halkını, türklüğü küçültmek, ezmek. (!)

 Yazıdan benim hitler'e aşk duyduğumu ya da bayıldığımı söylüyorsam siktir git.

 Nietzsche dinsiz, ben Nietzsche'yi seviyorum, ben de mi ateistim?

 Çok uzatmadan bitiriyorum. Faşist, komünist, solcu, sağcı, ateist, dindar yandaş bir yaklaşımla değil de gerçekten herkese ve her şeye tarafsız bir yaklaşımla yazdım bu yazıyı. Nitekim bu konuyu götünden anlayan ekşici, hitler'in gaz odasını bulduğunu sanan sikik biriyle aynı kapasiteye sahiptir.

 Yazının ortalarında söylemiştim, yeniden söylüyorum: "kavgam'ı okumayan birisi, hitler'in kavgasını anlayamaz."

Sorularınız olursa yorum ya da mail atabilirsiniz. 


Malum Türkiye'miz Üzerine:

 Selam.

 Türkiye'de o kadar vatansever gençimiz var ki, Allah, Zeus, İsa, Yehova falan başımızdan eksik etmesin.

 Arkadaş, yaşadığımız ülke de herkes kendini "çok akıllı, çok zeki, filozof, alim, adeta bir Nietzsche sanıyor. Ulan ben bunlara gülmek istesemde gülemiyorum. Gençlerimiz, facebooktan, twitterdan vatan kurtarıyor. İnstagram'da hashtagler ile resim paylaşarak vatan kahramanı oluyorlar. Ulan bunlara soruyoruz:

-hayatında hiç şu kitabı okudun mu?
+hmm hayır.

-........ Hakkında ne fikrin var? 
+hiç duymadım ki ya.

Sorsak anne babası zoruyla tayipçi, şeriatçı, gezmişçi, türkeşçi. O'cu, şu'cu, bu'cu... Bu böyle gider.

Kardeşim sen hiç devrimle ilgili kitap okudun mu?
Sen hiç che'nin hayatını, castro'nun hayatını okudun mu?
Sen hiç marx-lenin dönemiyle ilgili kitap okudun mu?

Lan sen bunları hiç duydun mu? Neyse ülke olarak koyun bi' ülkeyiz. Bunu herhalde vikipedia'dan saçma sikimsonik linklerle kanıtlamaya gerek yok ya di mi?

Ülkücüsüne soruyorum; elinde bi' tesbih orada burada sallıyor. Hele biri ben bilmem allah bilir diyor. 
Devrimcisine soruyorum; oğlum bize böyle öğrettiler. Tek yol devrim onu bunu bilmem.

Hele geçen birine sorduğumda. "bana sen siyaset yapma diyolar. Oldu canım, benim adım da "devrim" bb.

Ben de defkhan. Bb.

Ülkecek vallaha çok kötü dönemdeyiz, billaha çok kötü dönemdeyiz. Allah sonumuzu hayır etsin. Artık tayip bizim başımıza gelen bir sınama dönemi mi, yoksa ismet inönü zamanında verdiğimiz 12 adaların hesabını mı çekiyoruz amına koyayım?

Var bunlardan bayağı var. Ahmet batman'ın soğuk kahve kitabıyla resim çektireninden tutta, -metal dinler misin + yarı metal sewerim xd, diye espri yapanına kadar var. 

"Çükünü santim santim ölçenler, sahibi sandığı kadını metre metre siyah kumaş ile örtenlerdir. Kadınlar üreme organı değildir. Namus değil. Dirsek teması, deneme tahtası veya döl kuyusu değildir." 

Aziz nesin'in "türk halkı'nın %60'ı aptaldır" sözüne, %100 katılıyorum.

Halk olarak sonumuzu hayır etsin. Ha bu arada, halkımızın %60'ı aptal ise, AKP'nin seçimlerde %45 oy olması ayrı bir ironi.

Bu yazı biraz Saian, biraz da Yıldız Tilbe dinleyerek hazırlanmıştır. 

Eyvallah. 

Kimse kimseden üstün değildir, ama bazıları daha az yaşamayı hak eder.

Böyle ifşa, analiz, değerlendirme ya da görüş niyetinde bir yazı olmayacak bu sikkolar.

Bilirsiniz, yazılarımın hepsi, hatta içinde geçen her kelime kelimesine, harfi harfine, blogun profil önizlemesinden tutta her yerine kadar hepsi küçük harfleydi. E neden peki amına koyayım?

Neden böyle yazmışım ben?

Herkesin kendine göre hayat felsefeleri vardır. Benimkilerden de biri: "kimse kimseden üstün değildir" diye bir düşünceydi. Bu görüş öyle böyle değil, ben notlarımı da böyle tutardım, her boktan şeyimi küçük harfle yazardım. E ne alak onunla bu?


İnsanlar bazı şeyleri hayatında fiile dökme ihtiyacını hisseder. Mesela bir Atatürkçü, ya da Atatürkçü diye kısıtlamayalım, Atatürk'ü seven birisi, günlük hayatında yakasında Atatürk arması, rozeti, resmi vb. şeyler takar. Ya da en basitinden, bazı insanlar içki satan yerlerden alışveriş dahi yapmazlar, ya da kolanın içinde glikoz bulunduğu için içmezler. Neden? Çünkü dini ona alkolü haram etmiştir.


Bana sorarlardı genellikle, "sen neden hep küçük harf kullanıyorsun" diye. Benim verdiğim cevap ise; "kimse kimseden üstün değildir." olurdu. Ama üstünmüş işte amına koyayım. Bunu gerek son zamanlarda yaşadığım hayat olsun gerek okuduğum kitaplar ya da gerek düşüncem değiştirdi. Ve ben de bir karar aldım. Şu ana kadar bütün postlarımı küçük harflerle atmıştım, yarından itibaren onu düzenliyorum ve yeniden atıyorum. Bu arada, "Gelecek Türkiye'miz (!)" isminde de yeni bir yazım olacak. Takipte kalın sikkolar.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Türkiye ve Din:

 Selam.

Ben burada hiçbir dini görüşe karşı çıkmadan, hiç kimseyi eleştirmeden yola çıkarak birkaç şey anlatacağım. Ama elbette anlattıklarım belki bir kesime içten içe dokunacaktır. Zira yazdıklarıma karşı gelen fikirlerde olacaktır.

Türkiye'de din özgürlüğü, adeta Stalin döneminde Komünizm karşıtı, Hitler döneminde Nazizm karşıtı olmaya benzer.

Türkiye olarak etnik çeşitliliği fazla barındıran ülkeyiz. Şöyle bi' baktığımızda dini açıdan fazla vatandaşı olan bir topluma sahibiz. Ama saygı derecesinden ise, düzey olarak az vatandaşa sahibiz. Türkiye'de genel olarak gençlere bakıldığında ateizm, yenilikçi, havalı, onlar için farklı olma, egolarını tatmin etme aracı olarak görünür. İslam için ise, islam geridir, gelenekçidir, katı kurallıdır, hoşgörü dinidir (!).

Burada ...... dinin çöküşü, isa'nın hristiyanlıkta gibi olmadığı, tevrat'ın değiştirildiği, ya da;
İslam gelenekçidir, kur'an allah'ın kelamı değildir gibisinden ispatlamalarda bulunmayacağım.

Yazdıklarım bazılarına hissettirmeden değdirmiş gibi görükecek, fakar burada ki amacım o değil. Ha eğer öyle olduysa bundan memnun da olurum.

Geçen bir tanıdıklayız işte, arkadaşın arkadaşı gibisinden falan.
Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

(naber-nasılsın gibi sikimsonik yerleri atlıyorum)

-ateizm hakkında kitap okumuşsundur, nedir senin görüşlerin
+ya pek bi şey düşünmüyorum bu konuda abi (konuya değiştirmeye çalışaraktan)
-....... Söyledi, okuyomuşsun bayağı bunların üzerine, nası olmaz yahu
+söylemek istemiyom ya boşver işte abi
-neyse. Ateizme karşı mısın değil misin?
+bana göre din evrenseldir, he kendi görüşüme gelince, pek fazla konuşmak istemiyorum bu konu hakkında. Ama ateizm bana göre araştırılmadan gidilecek bi yol değil.
-yahu böyle diyosunda senin bu allahın olduuna kanıtın var mı, sen bunu ispatlayabilir misin?
+yok abi ispatlayamam (burda hiç, aklın var mı? Kanıtla gibisinden havalara girmedim)
-ee o zaman? (laf sokarcasına şeyler de kısa kesiyorum buraları)
.........................
-olum bak, allah filan diye şeyler yoktur, insanoğlunun uydurmasıdır bunlar. Sen bunları iyice bak yine. Darwin'i tanıyosun demi? Heh. Oku onu. Darwin haricinde sayabileceğim daha bi çok ta bilim adamı ve felsefeci var, yazar var. Stephen hawking, marie curie, carl sagan, richard dawkins, edison...... (daha aklımda tutamadığım tonlarca sikimsonik şey)
+doğrudur abi. Haklısındır.
-e sizin kesimden kim var? İmam şafi? Mevlana? İbni sina? Hadi bilim adamlarını geçtim, harun yahya mı diyeceksin bana yahu?
+hayır abi, demicem
...........
-peki siz bilirsiniz, (taşaklı bi abimizdir buda) einstein var di mi?
+hee var nolmuş ona?
-bişi olmadı abi, o da ateist miydi?
+hmmm hayır (ifadesiz, şaşkın surat ifadesiyle)
-peki abi ya newton? Bilirsin sen
+o da değildi (yine duraksayarak, sanki 90+3 de içine alan kaleci ifadesiyle)
-peki ya abi bunlar hep gösterilmez mi en zeki insanlar arasında
+ee gösterilir nolmuş
-bak abi, benim düşüncem şu; sen hayalinde bi takım tasarla, 2-3 tanede yıldız oyuncu bulunsun. Bu takımda yıldız oyuncu olarak nitelendirilen 2 oyuncu var. Ronaldo ve messi. Diğer futbolcularıda bizim 2.lig oyuncularından düşün. (e malum hayal gücü bu, che guevara'da hayalperestti di mi?) Şimdi bunlar maç yapıyorlar. Karşına aldığın takım falan önemli değil, iddia bayiinde değiliz ya şu an. Bu maçta 5 tane gol oldu. Gollerden bi tanesini ronaldo, diğerini de messi attı. Geriye kalan 3 golde, bizim 2.lig oyunlarından geldi. Şimdi bu maç bitti, eyvallah, sonra geldik spor sayfasına. Sen bu sayfada, bizim 2.lig oyuncularını mı görürsün, yoksa şu en iyi oyuncu diye adlandırılan ronaldo-messi'yi mi?
+e tabikide ronaldo ve messiyi, bizimkileri koycak halleri yokya.
-öyle işte di mi, yıldız oyuncular gol attıktan sonra diğer oyuncular hep fasa fiso
+aynen de öyle
-işte ateizm de bana göre böyledir. Madem siz hep çok bilmiş, araştırmış bilim adamlarına bakıyorsunuz, o zaman en iyi olanlarıda değerlendirceksin. Einstein ve newton ne demiş, tanrı var demiş mi, demiş. O zaman konu kilit abi.

 Konuşmamız aynen böyleydi fakat arada kısalttım biraz. Neyse biz tekrar konumuza dönelim. Burada benim amacım birilerini ya da ateizmi kötülemek değildi. Kim bilir, belki ben de ateistim, ya da hristiyan.

 Malum, ülke olarak genelde islam bir ülkeyiz. Bunu ülke içinde yaşayan ateistlerde, diğer azınlıklarda kabullenir. Çoğunlu müslüman olan bir ülkeyiz. Türkiye ise anayasa üzerinde laik bir devlet olarak gözükür. Şöyle bir şey var, islam felsefecilerine, profesörlerine göre laiklik, islam üzerinde uygulanamaz. Ki bu bana göre de öyle.

 Benim bu ülkede ateistine de saygım var, ateisti ateyiz diye okuyana da.

 Benim bu ülkede müslümanına da saygım var, şakirtine de.

 Benim bu ülkede hristiyanına da saygım var, katoliğine de var, ortodoksuna da.

 Benim marksistine de saygım var, anti-marksistine de var.

 Meşhur bir söz vardır:
"bir gemi sevgi ile yürümez, saygı ile yürür."
Meşhur olmasada ben çok duyum amına koyayım.
Bu da aynen öyle. Biz bir insanı sevmek zorunda değiliz. Ama sike sike saygı duyacağız ambeyinliler. Benim saygım ateiste vardır. Konuşuruz arkadaşlarla;

-sen neden ateizmi seçtin?
+bana ............. Sebeplerinden dolayı doğru geldi.
-eyvallah kardeşim

 Benim bu adama saygım vardır. O birkaç ambeyinlinin, allahsız, abdestsiz, imansız dediği sövdüğü adama benim saygım vardır. Sevgim de vardır!

 Şu türlere gelince;

-sen neden seçtin ateizmi?
+ya abdest almak bile bana zor geliyo facede filan çok var ateist

 Benim bu ambeyinliye saygım yoktur. O durumu yaşamadım ama ona benzer durum yaşadım. Çocuğa sorduğumda aynen de böyle diyor. İşte bu orospu çocukları, bizim ülkenin resmen seviyesini düşürüyor. Siz buna ister ayku deyin, ister zeka deyin ister akıl deyin bir şekilde düşürüyor işte amına koyim.

 Okuyan bilir. Rahmetli marx'ın bir sözü vardır;
"din halkın afyonudur." diye.

Bunun bana göre iki türlü açıklaması var:

1-bizim marx'ın, materyalizm politikası hakkında söylediği.
2-bizim tayip'in, ülkeyi dini kullanarak yönetmesi.

 Bu blogda eminim tayip'çi takipçiler de çıkacaklardır. Marksistide çıkacaktır.

 Ben genellikle pek televizyon izlemem. Öyle facebookmuş falan aram yoktur. Ha yemek yerim boştur ev açarım televizyonu, bu meymenetsizi görürüm. Adam her defasında da farklı bir şey söylesin e amına koyayım. Hep mi din kullanılır?

 Geçen açtım işte yine; müslüman kardeşlerim diye başlıyor. Siz hiç, başka yabancı devlet adamının dini kullanarak selam verdiğini gördünüz mü? Gördüm diyen 3-5 ekşici ya da, vahide gördüm diye espri yapanı olacaktır.

 Güneşi gördüm diyen de vardır belki amına koyim?

 Adam'ın din'i kullanarak milyonlarca "koyun" u kandırması, çok yazık. Eğer bu ülkenin dini olmasaydı, dinsiz olsaydı, ya da gerçekten (!) Laik olsaydı bu durumda olmazdı. Belki beteride olurdu. Ama bu durumda olmazdı.

 Yanlış anlaşılma olmasın burada dinsizliği savunmuyorum, ya da dinin kötülüğünü vb.

 Az önce yukarıda demiştim; "adam dini vb. Kullanarak .......... Yapıyor" diye. Çok da uzağa gitmeye gerek yok, siz hiç, mustafa kemal atatürk'ün "müslüman kardeşlerim" diye seslendiğini gördünüz mü? Atatürk milletine hep "türk halkı" diye seslenirdi.

 Eğer buradan da "müslümanları kötülüyoo yeaa" ya da, "atatürk'ü yüceltiyoo" gibi tavırlar takınacaksanız, lütfen siktirin gidin.

 Şunu da diyeyim; eğer "atatürk'ü yüceltiyoo" tanımını çıkarıp, hoşunuza gitmezse ya da rahatsız olursanız, verdiğim rahatsızlıktan gurur duyarım.

 Bu yazımda ateizmden girdim tayipten çıktım gibisinden oldu ama güzel oldu. Yorumlarınızı ve maillerinizi eksik etmeyin. Hepinize iyi günler.

 Eyvallah